6 Ağustos 2011 Cumartesi

Ehbap 6

Dergimiz (derginiz) ehbap'ın 6. sayısını sonunda bastık. Devlete millete hayırlı olsun.

27 Temmuz 2011 Çarşamba

Açıklama zorunluluğu

Galip Tekin'in tuhaf öyküler 1'ini okuyorum.Uzun zamandır farkında olduğum bir hastalığı bu sabaha karşı tuhaf öykülerin
birinde -moby dick öyküsü- tekrar farkettim. Bahsettiğim hastalık "açıklama hastalığı". Bu hastalık malesef aşırı şekilde yaygın.
Galip hoca da sağ olsun hikayelerinde bu hastalığa baya bir yenik düşmüş. Hikaye bulup okunduğunda daha iyi anlaşılabilir, ben
burdan ne kadar anlatsam da yarım kalacak. lakin hikayede (bütün hikayelerde böyle) konuyu gereksiz yere bir açıklama isteği var.
mobydick'ten rahatsız olmamın nedeni sonunda hikayenin isminin nerden geldiği falan bile açıklanmış. Hikaye tam da bitti derken
kalkmış bir de olayın kahramanı neden tüm o davul çalma atraksiyonuna girdiğini falan açıklamış bişiler. öykü harika bir
vuruculukla biterken kalkmış açıklama hastalığı uğruna nedenleri, niçinleri, hatta isimlerin geldiği yeri bile söylemiş. Hikaye
orda tamamen kapanmış, hatta daha ileri giderek mühürlenmiş. Dikkat edilirse bizim dizi ve filmlerimizde de karakterler sürekli
bir düşünce içindedirler ve bu düşünce dış sesle izleyiciye duyurulur veya biriyle karşılaştıklarında olayı tekrar anlatırlar.
Yahu sanki ben anlamıyorum hikaye sürekli kendi içinde açıklanıyor, hem illaki hikaye yazarının tüm noktaları açıklığa
kavuşturması gerekmez ki, okuyucunun veya izleyicinin de hayal gücüne bırakılmalı bazı noktalar. özellikle de sonlar mühürlenmek
yerine az buçuk aralık bırakılmalı ki benim kafamda, hayal dünyamda kendi halinde uzayıp gitsin. her noktayı açıklamaya çalışmak
okuyucuyu, izleyiciyi veya her neyse onu salak yerine koymak gibi geliyor bana. iyi bir yazar veya anlatıcı ne anlatacağını
bildiği kadar ne anlatmayacağını da bilmeli diye düşünüyorum.sonra bıraktım tuahf öyküleri okumayı, kızdım biraz da ne yalan
söyleyeyim.

20 Temmuz 2011 Çarşamba

bazen

bazen kendimi yazmak için öyle zorluyorum ki ne yazacağımı sapıtıp hiçbirşey yazamıyorum. rahat olmak lazım. Birşey görünce, duyunca, düşününce yaşayınca bundan yazacak, kurgulayacak ne çıkar diye düşünüyorum. Karşılaştığım insanları hikayelerin karakterleri yapıyorum. Halbu ki kendi hallerinde insanlar. Saçma şeyler bunlar. İçinden ağaç çıkan evi yazacaktım ama sonradan vazgeçtim, zaten o evi de yıkmışlar çok üzüldüm. üzüntümden yazamıyorum sanırım.

16 Temmuz 2011 Cumartesi

Ihlamur

Güneş kaybolup da evin ışıklarını yaktığımda, bütün o gölgeler bir boya geliyorlar, florasan lamba hepsini hizaya sokuyor. Akşama doğru gelenler biraz uzuncaydı, öğlen gelip çekyata kurulanlar ise yumru yumru eciş bücüş, Keloğlanın ahbabı cüce gibi ki o cüce bir filmde üç tekerlekli, gidonunda türk bayrağı olan bir bisiklete biniyordu, o sahne geliyor aklıma, komik bir manzara. Hava gün boyu kavuran güneşten firar etmiş gibi, akşam serinliği ve ıhlamur kokuyor. Akşam koyuluyor.

Yemek için mutfakta toplanıyoruz, fiziksel olarak yer kaplamamaları o kadar iyi ki; mutfak kalabalık olmasına rağmen eşyanın tabiatına aykırı olarak halen bomboş. Boyutlar arasındaki özgürlüğü yaşıyoruz. Tam yemeğe başlayacakken kapı ardı ardına üç beş kere çalınıyor. Aslında gecenin bu vaktinde kimse rahatsız etmez bizi. Gelenler; tanımadığım birkaç kişi, kimbilir kim gönderdi onları? Bahsedilen gelenler sinemanın ışıklı fuayesinden ve parkın köşesindeki lambanın altından, sokağın köşesindeki içki dükkânının neonlu tabelasından hararetli hararetli bahsediyorlardı. Bahsedilenleri sakin olmaya davet edip her şeyin hallolacağına teminat vererek yanlarına yeteri kadar gölge vererek geri yolladım hepsini. Gölgeler olmasa ışığın ne önemi kalırdı ki, belli ki bu gelenler de gölgelerini biryerde yitirmişlerdi. Tamamen karanlığa düşünce de beni arayıp bulmuşlardı ışıklarına kavuşmak için. Tamamen diyalektik bir durum. Işık ve gölge arasındaki, uyumluluk sorunu.

Tüm bunlar olurken mutfak kendine has nesnesiz kalabalığından kurtulmuş, duvarlar da paralel konumlarını değiştirmiş. Yoğurt kaplarında sakladığım börekleri çıkardım, biri çay demlemiş herkese birer bardak dolduruyorum. Çaydanlığın bu diyalektik sorunundan haberi yok, kendi gölgesi kendi şahsına münhasır. Tavşan kanı çayın düşüncesi ise tamamen benim düşüncemde. Düşüncenin de gölgesi olur mu demeyin, aklınızda o anda “pinnn” diye bir lamba yanarsa, bu nöronların gölgesi nereye düşer? Tam da buraya. Lakin aklıma şimdilik hiçbirşey gelmiyor.

Evde yalnızım, toz, yaz, ıhlamur kokusu ve eşyanın tabiatıyla yalnız kalakalıyorum.

11 Temmuz 2011 Pazartesi

düşünce

Yazdıklarımı veya düşündüklerimi birinin daha düşünmüş olduğunu öğrenince, bi kitapta büyük bi yazardan falan okuyunca, neredeyse benimle aynı cümleyi kurmuş olduğunu görünce üzülsem mi sevinsem mi bilemiyorum ve galiba feci derecede içerliyorum. Hele adam bunları 50 yıl falan önce yazmışsa falan kendi ağzıma kürekle vuruyorum. Yazmaktan neredeyse vazgeçecek gibi olup, la havle çekip tekrar başlıyorum sonra, gidip kahve falan yapıyorum, balkondan aşaya bakıyorum, uyuyup uyanıp, mısır falan yiyip gene oturuyorum yazmaya. Kalkıp Tolstoy'a çemkirecek veya günümüz yazarlarına yazma diyecek değilim ya.

Allahım dilim ve düşüncemde çağıma tutsak etme beni, ama ondan çok da uzak düşürme. (Tahsin Yücel niyaz etmiş ben de amin diyorum) Amin!

8 Temmuz 2011 Cuma

liste

aynı kitabı birkaç defa okuyabilirsin, aynı şarkıyı yüzlerce defa dinleyebilirsin, çok beğendiğin bi fotoğrafı büyükçe bastırıp, çerçeveletip duvara asarsın; bir süre sonra gözün alışsa da bir gün bir bakarsın ki o fotoğrafta bambaşka şeyler de varmış, bambaşka şeyler görür hissedersin. kitaplar ve şarkılar için de geçerli bunlar, hatta filmler için de. zaman geçtikçe tekrar tekrar tadına varılan, tekrardan yaratılan figürleri, olayları, kurguları, hayatları seçiverirsin. rakı şişesinde bir gün uskumru iken bir gün kefal bir gün hamsi olabilirsin. hatta bir gün şişeyle birlikte dev bir balığın içinde de kalabilirsin. bu kendini tekrar edişin içinde yenilenirken peki yenilerin, farklıların bitmek tükenmek bilmeyen okyanusu ne olacak? Alıp, bulup, yürütüp okuyayım dediğim listesi uzayıp giden belki de binlerce maddeyi bulmuş listem ve hatta daha adını bile bilmediğim ama mutlaka okumam gereken kitaplar ne olacak? İsmini ve ezgisini henüz duyduğum adını bile bilemediğim fakat çok beğendiğim bir şarkıyı daha yeni dinlemiş olduğum için nasıl da üzülüyorum bazen, çok beğendiğim bir kitabın senelerdin onlarca kez basıldığını öğrendiğimde nasıl da hayıflanıyorum. bir yandan eskileri tekrar düşünüp, yorumlayıp, tozunu almak, cilalamak, bir yandan da hem yenileri takip edip hem de gözden kaçanları bulup çıkarmak. Duvara yeni bir fotoğraf asıp, daha önce asılı olanlarla bağlantılarını gece ve gündüz önünden geçerken kurmaya çalışmak. biriyle tanıştığım anda yahu sen yıllardır nerelerdeydin, otur da bi çay içelim ehbap diye kolundan çekiştirmek. bıktırmak, bıkmak, tüm bunlar nereye sığar bilememek. Daha öncekilerden farklı bir hazla ve lezzetle kocaman bir bardak su daha içmek. eh malum yaz ayındayız.

5 Temmuz 2011 Salı

eylülden temmuza


Kıştan beri bloguma hiçbirşey yazmamışım. Ne kışı adam gibi yaşadığımızdan ne de yazın o sarı sıcaklığını yakalayamadığımızdan bu durumun oluştuğunu düşünüyorum. Orda burda yarım yamalak kalmış yazılar bile yok. Defter sayfalarına, not defterlarine kısa sinopsisler, akıl fikir kalıntıları, yağan yağmurun hayali veya yahu aklıma gelmişken şuraya karalayayım da sonradan genişletirim adam ederim şeklinde yazılmış bişeyler bile yok. Hiç mi bişey düşünmedim yoksa kurduğum tüm hayaller, yarattığım tüm kahramanlar aylardır neredeyse hiç durmadan yağan, güneşi asla göstermeden her sabah şehrin, dağların ve yolların üzerine çöreklenen kara bulutların sorumluluğunda meydana gelen soğuk yağmurlar tarafından sürüklenip götürülmüş. Hazır hava bikaçgündür sıcakken hepsini toprağın altından; sürüklendikleri, örtündükleri, gömüldükleri, suya karışıp, denize dökülmek üzereyken çökeldikleri yerlerden avuç avuç topluyorum. Oraya buraya tonla şey yazmışım bir anda.
Sabah sabah karşımda, buğulu gözleriyle güneşi görünce heyecanlanmışım.